30 Kasım 2009 Pazartesi

2009 Sezon Kapanışı... Gönsüz 28/29.11.2009

Karar...

Perşembe akşamı Rıdvan'ı bir arayayım, halini hatırını sorayım dedim. Telefonu açtıktan sonra “Şişt! Bana bak. Ben berbat durumdayım, balığa gidelim.” dedi. Hay hay efendim. Ne demek? Uzun zaman olmuş balığa gitmeyeli... Böyle bir teklif ret edilir mi? Edilmez. “Tamam” dedim. Fakat lodos vardı. “Lodosun gidişatına bakmalıyız Rıdvan” dedim.


Cuma akşamı lodosun gidişatı belli olmuştu. Keyfe keder bir rüzgar. Makul seviyelerde. Gidilecek yer Gözsüz belli. Rıdvan'ın niyet oraya. Zaten oraya giden, gören başka birinin de niyeti farklı olmaz. Son bir kez görüşüyoruz Rıdvan ile. Cumartesi en geç 14.30 da bizim orada olacak. Yem, nevale onun tarafından halledilecek.


Gönsüz'e Gidiş...

Dediği saatte geliyor Rıdo. Ben zaten dünden hazırlanmışım. Yola çıkıyoruz. Sadece Balıklı Ova'da duruyoruz ekmek almak için. Beş dakika sürmüyor bu mola. Yol oldukça uzun. Güzelbahçe'den iki saat. Yol pek çok kişi için can sıkıcı. Ama ben seviyorum... Virajlar tek tek geçiliyor, kilometreler giderek azalıyor. Karaburun'a gelmişiz bile. Deniz inanılmaz güzel. Karaburun'un doğası zaten başlı başına harika. Temiz havayı içimize çeke çeke, güzellikleri sindire sindire devam ediyoruz. Ardından Yeni Liman, Haseki, Sarpıncık... Sarpıncık'ı geçtikten sonra sallanıyoruz aşağıya. Acaba yağmurlardan sonra yol bozulmuş mudur sorusu var kafamızda. Görüyoruz ki yol gayet iyi. Ağılın yanından sağa devam edip virajı dönüyoruz. Karşımızda Gönsüz...


Sivrisinekler...

Arabayı durdurup aşağı inince neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Kara bir bulut sarıyor etrafımızı. Sivrisinekler... Gözlerimizi açamıyoruz. “Yemek!” diye bağırarak saldırıyorlar bize... Eşyaları taşıyacağız ama korunamayacağız. Bir gayret sarılıyoruz eşyalara. Ellerimizin üzerinde, yüzümüzde, saçlarımızın arasında sivrisinekler... Kaç mermi yarası aldığımızı bilmiyoruz. Delik deşik olduktan sonra rüzgar sertleşiyor da sivrisinekler rüzgarla beraber savruluyorlar. Biz de azıcık soluklanıyoruz. Rüzgar azalınca saldırı tekrar başlıyor. Bu böyle sürüp gidiyor... Rıdvan ateşi yakıyor, nevaleleri hazırlayacak. Özellikle duman altına geçiyoruz. Tütsülüyoruz kendimizi. Belki faydası olur sivrisineklere karşı.


Yemek ve Ouzo...

Rıdvan ilk konuşmamızda, “mangalımızı yakar ikişer kadehte ouzo (uzo) içeriz deyince işin rengi anlaşılmıştı. Bu avda keyif de yapılacak, öncelik balık avlamak da olmayacaktı. Benim buna asla itirazım olamazdı. Zaten bu yüzden Rıdvan ile beraber avlanmak keyif veriyordu. Aynı şekilde Onur'da öyleydi. “Boşver balığı!” diyebilecek insanlardık. O kadar yol gidip balık yakalamadan dönmek bizi hiç üzmüyordu. Hoş, Rıdvan için geçerli değildi bu... Balıksız dönmek ve Rıdvan asla yan yana düşünülemezdi. Benim için ise tam tersi bir durum söz konusu idi. Balıkla beraber dönmek ve ben!..


Mangalın ateşi karanlıkta pek bir güzel görünüyordu. Az sonra üzerine konulacakların kokusu, cızırtısının hayali ise ağzımızı sulandırmaya yetiyordu.


Yunanistan'dan gelen ouzo kadehlere kondu. Yemek öncesi alıştırma babında Midilli Adası'nın ışıklarına doğru kadehler kaldırılarak midelerimize doğru arz-ı endam etmesi sağlandı. Mangalın üzerindekiler inat etmeyip kendilerini közlerin sıcaklığına bırakmış, yavaş yavaş pişiyorlardı. Çok geçmeden onlar da masadaki tabaklarda yerini aldı.


Sivrisinekler misali saldırdık bizlerde onlara. “Yemek!” Salata Rıdvan'ın deyimiyle balıkçı salatası... Ouzo'lar kadehlerde. Gökyüzü alabildiğine yıldız.... Bir ara kafa lambalarımızı da kapatıyoruz. Ay ışığının aydınlattığı masamızda sohbete dalıyoruz. Birer olta denizde ama kimin umurunda...Zaten gördüğümüz kadarı ile balık malık da vurmadı. Vursa da kimseni kalkıp oltadaki yemleri tazelemeye niyeti yok.


Avlanmak, Balık Avlamak...

“Buraya avlanmaya geldik” diyor Rıdo. “Balık yakalamak isteseydik balık çiftliklerinin yanına giderdik.” Evet, hiçbir zaman beraber yaptığımız avlarda önceliğimiz balık yakalamak olmadı. O günün tadını çıkarmak, o bakir muhteşem doğayı iyice hafızamıza kaydetmek, arada bir de olsa hani olur da bir balık gelirse sevinmek... Gelmese de küsmemek... Boşuna kilometrelerce yol kat etmiyoruz... Dost dediğin insanlarla beraber olmak, paylaşmak... Bazen kızmak birbirine ya da bilerek kızdırmak diğerini. Mığri çekince çekeni çektiğine pişman etmek, o an için mığriyi çekenin imkanı olsa bütün mığrilerin soyunu tüketecek duygulara bürünmesini sağlamak... Eli yüzü düzgün gelen bir balığın sevincini birlikte paylaşmak...


Balıklar...

Yemek faslı bittikten sonra gebe kurbağa gibi yayıldık sandalyelerimize. Ama denizi de boş bırakmamak lazım diye düşünmüş olacağız ki sudaki oltaları çekip yemlerini tazelemek aklımıza geldi.


Hedef ya da umulan balık mırmırdı. Olmadı... Karagözden başka balık gelmedi. Gecenin mığrisi ise bütün balıkları yakalayan Rıdvan tarafından karaya alındı.


Ben mi? Fotoğrafları kim çekti sanıyorsunuz?


Tecrübelerimiz bize o gün daha fazla balık olmayacağını söylüyordu. Aslında ilk andan itibaren bunun farkındaydık da dedik ya “kimin umurunda” diye... Biz gecenin keyfini çıkardık. Çok da iyi yaptık.


Darısı başınıza dostlar....









8 Kasım 2009 Pazar

Mantar Sote

Dün mantardaydım.

Yağmurlar üzerine mantar azacak dedik ama hayal kırıklığı... Yeni mantar hiç çıkmamıştı. Var olan mantarlar ise en az üç haftalık. Binlerce mantar kurtlanmış.

Yine de bir yemeklik mantar bulmak nasip oldu. Bulunan mantarlar; Çam mantarı(L. Delicios), Geyik mantarı( Rusilla Delica) ve Bizim Ere dediğimiz mantar(Clitocybe Geotropa).

Eşim ben bunları kızartmam dedi direk olarak:) Ben kızartırım dedim ancak mutfağın son hali aklına gelmiş olacak ki ona da engel oldu. Ben de sotesini yapayım dedim.

Mantarları güzelce temizledikten sonra küçük parçalar halinde kestim. Bir taşım kaynattım.


Mantarlar haşlanır iken domatesi, soğanı, sarımsağı ve maydanozu hazır ettim. Ne yazık ki evde yeşil biber yoktu. Olsaydı daha da güzel olacaktı.


Mantarlar haşlandıktan sonra soğanı pembeleştirdim. Sona doğru sarımsağı da ilave edip az daha kavurdum.

Mantarları ilave ettim.


Mantarlar da kavrulduktan sonra domatesi ilave edip domatesler ölünceye kadar kavurmaya devam ettim.


Son olarak ocağı kapatmadan 5 dakika önce maydanozları da ilave edip ocağın altını kıstım.

5 dakikanın sonunda ocağı kapatıp sıcak olarak servis ettim. (Dumanı tüterken fotoğrafını çektim)


Tadı mı? Ben yaptığım için öyle söylüyorum sanabilirsiniz ama pek bir şey beğenmeyen Deniz "baba çok güzel olmuş" deyiverdi. Benim için iyi bir referanstı:)

Yabani mantarları toplamayı bilmiyor ve mantarları tanımıyorsanız asla yemeyin....

21 Ekim 2009 Çarşamba

Mantarlar Çıktı.

İlk mantarlar eve ulaştı. :)

Dün güzelce temizledim. Babamlar toplamışlar. Bir poşet... L.Piperatus. Çıntar gibi olan ama beyazı:)

Bugün işten eve dönünce vaktim olursa kızartacağım. Eşim Poyraz ile uğraşmaktan hiç bir şey yapamıyor. Mecburen kızartma gibi vakit isteyen şeyler bana kalıyor.

Mantarı temizlemek de zor oluyor. Bu cins çok topraklı oluyor. İyice temizlemek gerekiyor. Bu zorlu işi neyse ki dün hallettim.

Fotoğraf şimdilik yok. Ama bu hafta sonu nasipse dağlara doğru bir sefer(!) programı var:)

12 Ekim 2009 Pazartesi

Yine Balığa Gittim.

Balığa gitmeyeli bir balık avcısı için oldukça uzun sayılabilecek bir süre olmuştu. Doğal olarak hafta sonu güzel havayı da görünce balığa gitme planları beynimin öncelikli işi haline gelmişti.

Geçtiğimiz hafta Hasan'ın babasını kaybetmiştik. Hasan ile yaptığımız konuşmada bana kafa dinlemeye, kafasını dağıtmaya ihtiyacı olduğunu söylemişti. Bunu balık avından daha iyi yapabilecek başka da bir şey yoktu. Cuma günü Hasan aradı. Yine aynı yere gideceğimizi söyledi.

Gönül uzakları çekse de balık yakalayamamanın verdiği gaz(!) ile bu sefer de aynı yere gitmekte sakınca görmedim. Balık yakalama açısından da isabetli olmuş bu.

Balık çiftliklerinde avlanmayı aslında sevmiyorum. Çok tercih ettiğim bir şey değil. Daha çok kimsenin olmadığı sessiz ve bakir koylarda olta atmayı seviyorum. Bakalım Rıdvan müsait olduğunda bunu da gerçekleştiririz sanırım.


Yem olarak palet yem kullanıldı. Balık sık değildi. Seyrekti ama gelen balıklar tatminkardı.

Hasan kıyıdan avlanmanın verdiği hüzün ile benim yanımda her zaman ki gibi balık yakalayamadı. Oysa Gerence'de o yakalar biz izlerdik. Aslında burada bir avcının hangi kulvarda kendini geliştirdiği ön plana çıkıyor. Ben kıyı avı yapıyorum o tekne. Bu nedenle sanırım böyle bir fark oluşuyor.

Güne bir çupra ile başladım. Fotoğrafı olmasına rağmen yüklememişim. Evdeki bilgisayarda duruyorsa sonra konuya eklerim. Ardından aralıklarla iki adet kaba lidaki misafir oldu. Balık nazlıydı. Süreklilik arz etmiyordu. Sürüler kısa süreli kalıyor o arada yakalananlar yakalanıyordu. Kaba lidakilerden sonra arka arkaya iki ispendek çektim. Boyları itibari ile bırakmak istemedim açıkcası. Bu seferlik alıkoydum. Arada bir de ahtopot kaynadı. Güç bela (!) iğneden kurtardıktan sonra bana ters ters bakarak suya geri döndü. Gelen balıklar bunlardı. Bir kaç iyi vuruş da aldım aralarda ancak balık çekme şansım olmadı.

Aşağıdaki balıklar dışında yakalananları size aktarmak istiyorum.

Ben:
1- Bir adet kar başlığı
2- Bir şort paçası (tek tarafı)
3- İki adet pantalon
4- Bir adet kıl çuval
5- Bir adet yağmurluk parçası

Hasan:
1- Bir adet kemer
2- Bir adet çorap.

Gülmeyin ama bu doğru. Heralde dedik kışın biri denize düştü, biz elbiselerini çekiyoruz. Biraz daha devam edersek kemikleri de çekeceğiz.

Not: Fotoğraf kalitesi için kusura bakmayın. Niyetim raporlamak değildi. O nedenle makina almadım yanıma. Ama balıkları yakalayınca, buzluktan çıkarıp tek tek poz verdim. Kırk yılın başı fena balık yakalamadık, havasını atmak lazım değil mi?

4 Eylül 2009 Cuma

Apartman Balıkçısı Balığa Gitti...


Uzun zaman oldu oltanın ucunda o direnci hissetmeyeli.

29 Ağustos için hava durumu nefis görünüyordu. E tabi doğal olarak akılda balığa gitmek var. Ama tek başıma gitsem yemiydi, gazıydı masraflı olacak. Hesap kitap yapıyorum ama işin içinden çıkamıyorum. Pazara gitmek için evden çıktıktan az sonra bizim Hasan'ın telefonu geldi. "Akşam için ne düşünüyorsun?" diye soruyordu.

"Ben gelicem senin yanına" dedikten sonra telefonu kapattım. Bir saat sonra dükkanda olacaktı. Bir saat sağda solda oyalandıktan sonra gittim Hasan'ın yanına. "Hasan, kuyruk tava sapı gibi ama ben kısa süreli bir av yapmak ve bu sefer balık yakalamak istiyorum" dedim. O da aynı görüşteydi.

Balık avında balık yakalayamamak çok da önemli değil benim için. Ama ilk başta da belirtmiştim ya artık balık yakalamak istiyordum zira çok ama çok özlemiştim.

Lafı fazla uzatmayalım.

Gittik. Gittiğimiz yer balık yapan bir yer olarak bilinir. Dedik ya bu sefer balık yakalayalım diye. İşte o yüzden oradayız. Amaaa... deniz bu. Bir günü bir güne benzemez. Kısmette ne varsa o gelir. Amuda da kalksan dahası olmaz. Nitekim boyumuzun ölçüsünü aldık bu konuda.

Hasan ile daha önceleri de pek çok kez balığa gitmiştik. Balık şansı iyidir onun. Yani o yakalar ben seyrederdim. Bir de o tekneden balık avlamaya alışkın ben kıyıdan. Yem olarak palet yem (balık çiftliklerinde porsiyonluk yani satışa sunulacak boya gelmiş balıklara verilen yemden) kullandık. Yeme para vermedik. Palet yem seçici bir yem. Çok sert olduğundan suda kolay dağılmadığından dolayı da avantajlı bir yem. Zira ufaklıklar kolay kolay alamıyor bu yemi. Elbette mığri de gelmiyor bu yeme:)

Gecenin iki balığını da ben yakaladım. Hasan eli boş döndü. Üstüne üstlük patikadan giderken ayağını taşa çarpıp baş parmağının tırnağını kırması tuz biber oldu bu balıksızlığın üzerine.

Balıkları fotoğraflarken arasına bir mezura koydum ki boyları daha kolay anlaşılsın diye. Biri Kaba Lidaki(Sparus Aurata), diğeri de hatırı sayılır bir Karagöz( Diplodus Vulgaris). Pek çok kişi Kaba Lidaki dediğim balığa Çupra diyor (lidaki Çupra'nın küçüğü için kullanılan bir isim). Ancak eskiler kilodan aşağı olmayana Çupra demezlermiş. Ben de son zamanlarda buna takıldım biraz. O nedenle Kaba Lidaki diyorum.

Kaba Lidaki (Çupra)


Karagöz




Bakalım bir daha ki ava kısmet ne zaman?

21 Ağustos 2009 Cuma

Gönlüm Ataşlara Yandı Gidiyor...

Yok, yok... Ters bir şey yok. :)

En sevdiğim türküyü paylaşmak istedim sadece.

Türkülerimiz, Anadolu'nun sesleri. Anadolu İnsanı'nın acılarını, sevinçlerini, özlemlerini dile getirmelerine vesile olmuşlar. Türkülerin ayrı bir yeri var bende. Çok seviyorum ama nedendir bilinmez ez-ber-le-ye-mi-yo-rum! :)

Türkümüz Kırşehir yöresine ait Sayın Neşet ERTAŞ'tan alınma.

Sözleri şöyle:

Ben bu yıl yarimden ayrı düşeli
Her günüm bir yıla döndü gidiyor
Gine zindan oldu dünya başıma

Gönlüm ataşlara yandı gidiyor
Ömrüm boş hayale kandı gidiyor

Uzaktır yolların dolandım geldim
Tatlıdır dillerin bağlandım kaldım
Günahım boynuna işte ben öldüm

Gönlüm ataşlara yandı gidiyor
Ömrüm boş hayale kandı gidiyor

Hayal meyal olmuş şu bizim eller
Dostun bahçesinde açılmış güller
Her sabah her seher öter bülbüller

Gönlüm ataşlara yandı gidiyor
Ömrüm boş hayale kandı gidiyor

23 Temmuz 2009 Perşembe

Huzurlarınızda Poyraz Efendi. :)

İyi kötü bir nazarlık iliştirmeyi başardım fotoğrafa. Daha profesyonel bir şeyi Nail'e yaptırırım artık. :)

Hoşgeldin Poyraz...

Uzun zamandır bloğa bir şey yazmadığımın farkındayım. İş yerinin taşınması falan derken pek vakit bulamamıştım.

Elbette dokuz aylık bir bekleyişin sonuna gelişimizin de bunda önemli bir rol oynadığını söylemeliyim.

Evet. Bekledik ve 16 Temmuz'da sağ salim oğlumuz dünyaya geldi. Adını Poyraz koyduk. Doğumhanede ilk gördüğümde ilk oğlum Deniz'e olan benzerliği ile şaşkına döndüm. Sanki 2004 yılına geri dönmüş gibi... Biraz daha saçlı hali :)

Şimdilik huyu da benziyor ama bakalım ileride ne olacak?

Fotoğraflarını çektim elbet. Üzerine bir nazarlık kondurmayı becerebilirsem buraya koyacağım. :)

Deniz ve Poyraz bir araya gelince nasıl olduğunu bilirsiniz. Vay halime diyorum şimdiden... :)

28 Haziran 2009 Pazar

Red Robin'ler Çiçekte

Kırlangıçlar yavrularını büyütüp uçurdular ve yuvalarını terk ettiler. Bedava gübre kalmadı artık :)

Red Robin'lerden daha önce bahsetmiştim. Bir de ne olduğunu anlayamadığım bir bitki daha vardı. Karpuzmuş.

Red Robinler artık çiçek açtılar. Ben de suyu biraz azalttım. Babamlar rençberdi. Öyle yaparlardı. Bize de öyle öğrettiler. Bir bildikleri vardır elbet.

İşte Red Robin'lerin son halleri.


Ve bu da gemideki kaçak yolcu. Karpuz.. :)

8 Haziran 2009 Pazartesi

Kırlangıçlar, Red Robin'ler...

Kırlangıçlar yavruladılar. Hal böyle olunca anne ve babaları durmadan böcek servisi yapıyor onlara. Eh bu kadar çok tüketim olunca da tahmin edersiniz ki o kadar çok da boşaltım oluyor. Mekan benim balkon. :)


Geçtiğimiz günlerde sevgili Nail iki adet Red Robin fidesi vermişti. Red Robin bir tür domates. Balkonda ve saksıda yetiştirmeye uygun yılın pek çok zamanı ürün alınabilen fazla ışık istemeyen bir tür. (Buraya bir link koyacaktım ama açıkcası dişe dokunur bir şey bulamadım. Yanlış bilgi vermemek için de koymadım)

Aklıma kırlangıçların gübrelerini biriktirmek geldi. Madem benim balkonun içine ediyorlar ben de bundan faydalanayım dedim :)

Red Robinler'de bir değişiklik yok. Belki de yavaş büyüyen bir tür. Zaten çok gelişmediğini biliyorum. Boyu gayet ufak oluyor. Bakalım, bizimkiler ya yerlerini sevmediler ya da böyle büyüyorlar....

Bu arada Red Robin'leri diktiğim saksıda kendi kendine çıkan salatalık, kabak ya da karpuz gibi bir şey var. Şu an için tahminde bulunmak benim bilgimi aşıyor. Bakalım ileride göreceğiz.

Son olarak da benim balkondan bir manzara sunayım dedim. Fotoğraf kalitesi için özür dilerim.

1 Haziran 2009 Pazartesi

Pepino ve Selluka'lar Toprakla Buluştu...

Bu cumartesi günü mandalinlere ilaçlama yaptıktan sonra sevgili Nail'in beraberinde getirdiği pepino ve sellukaları toprakla buluşturduk.

Pepino bir Peru meyvesi. Pek çok özelliği bulunuyor. Pepinolardan üç adet diktik. Tohum alarak ileride daha fazla dikmeyi hedefliyoruz. Yetiştiriciliğinin yanında fide elde edip bunları pazarlamak da planlarımız arasında.

Selluka ise İzmir'in bir zamanlar sembol çiçeği... Cumbalardan balkonlardan sarkarmış. Hemen hemen her evde bulunurmuş. Muhteşem kokusu izmir'in her yerini sararmış. İşte bu çiçeği tekrar çoğaltmaya çalışıyoruz. Üç adet fideyi bahçede uygun bir yere diktik. Döllemeyi karıncalar yaptığı için karıncaların fazla olduğu bir yeri seçtik. Bu kati bir kural olmamasına rağmen bir bunu tercih ettik. İyi mi kötü mü yaptık bunu göreceğiz.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Uskumru Çirozunun Hazırlanışı

1) Öncelikle Uskumru çirozlarını dolapta içinde sakladığımız ambalajından çıkarıyoruz.

2) Milangazda yakmadan tütsüler gibi ısıtıyoruz. Bu işlem kurutulmuş balığın derisinin yakılmasını ve hafif te olsa pişirilmesini sağlıyor.

3) Yukarıda da bahsettiğim gibi ısıttığımız çirozları bir gazete kağıdına ya da bir beze sararak bir tokmak ya da ağır bir cisimle eziyoruz. Bu aşamada çirozlar liflere ayrılıyor. Bütün halindeki çirozları çok ince olmadan tiftiyoruz. Tifttiğimiz çirozları bir çukur kabın içine koyuyoruz. Benim kap biraz ufak geldi. Siz daha büyükçe bir kap tercih edebilirsiniz.

4) Çukur kabı içine koyduğumuz çirozlarımızın üzerini örtecek şekilde ılık su ile dolduruyoruz. Bu işlemi çirozun tuzunu geri salması için yapıyoruz.

5) Üzerini ılık su ile doldurduğumuz çirozlarımızı bu şekilde 15-20 dakika bekletiyoruz. Bu süre içerisinde suyun rengi de kararıyor zaten. Beklettiğimiz çirozlarımızı avucumuza alarak iyice sıkıyor ve suyunu akıtıyoruz.

6) Suyunu iyice akıttığımız çirozlarımızı tekrar çukur bir kaba koyarak üzerini örtecek şekilde sirke ile dolduruyoruz. Sirke artık bizim salamura suyumuz oluyor. Çirozlarımızı bu şekilde buzdolabında aylarca saklayabilir ve ihtiyacımız kadarını çıkarıp afiyetle yiyebiliriz.

7)
Çirozu tüketeceğimiz zaman ihtiyacımız kadarını kabımızdan çıkarıp kayık tabağa koyarak üzerine az sirke ve az zeytinyağı dökerek ve dereotu ile de süsleyerek afiyetle tüketiyoruz.

5 Mayıs 2009 Salı

Sivrice... Yeniden Cennette Olmak


Sivrice...

Amatör Balık Avcılığı Forumları kurulmaya başlandıktan ve üye sayılarında belirgin bir artış gerçekleştikten sonra herkesin dilinde dolaşır oldu Sivrice kelimesi. Sevgili Vedat Abayoğlu ve Orhan Küçükbiçmen'in olağan üstü çabaları ile belki de en azından amatör balıkçılar için en bilinen ve en çok özlenen yer olup çıkıverdi.

Sivrice

Her balıkçının düşü, Sivrice'de o değerli insanlarla beraber olabilmek ve fotoğraflarına imrenerek baktığı o güzel balıklardan bir nebze olsun sebeplenebilmek haline geldi.

Daha sonra Sivrice'den değişik simaları da tanır olduk. İçlerinden bir vardı ki, emekli kıdemli deniz albay Şener ERGUNSÜ... Geleneksel balık işleme sanatımızın mamüllerini tanıtması ve inanılmaz yemek tarifleri ile gönüllerde taht kurdu ve haklı bir üne de kavuştu. Ne mutlu ki bize beraber çalışma şansına eriştik. Komutanımla ilişkimiz artık bir balık forumunun iki üyesinden çok bir abi kardeş ilişkisine dönüşmüştü.

Şener ERGUNSÜ

Elbette Sivrice'nin çağrısına biz de kulak verdik ve onun misafiri olduk. İlk gidişimizde daha sonraki gidişimizi garanti altına alabilmek için eşlerimizle gittik. Ne kadar da akıllıca davrandığımızı anlamış olduk (!). Oranın ortamı, Komutanımın Vedat Abi'nin, Orhan Abi'nin konukseverliğini gören eşlerimiz daha sonraki gidişler için icazeti hemen orada verdiler zaten...

Bunun haricinde bir kez daha bir Sivrice ziyaretimiz gerçekleşti. Daha sonra Komutanımın Kaş seyahati ve orada bir süre kalması ve geçirdiği talihsiz rahatsızlık sonrası Sivriceye dönüşü... Elbette bu zaman zarfında irtibat hiç koparılmadı. Niyet her zamanki gibi tekrar Sivrice'nin havasını solumaktı.

Sivrice'den Assos... Bulutlar bu güzel kenti örtmeye kıyamamışlar...

Günlerden bir gün Komutanım bombayı patlatıverdi. Yeni bir mekan açıyorlardı. "Liman Konukevi & Tunç Balık Restaurant" İnanılmaz bir haberdi bu. Bana göre de çok doğru bir teşebbüstü. Hazırlıklar yapıldı ve mekan açıldı... Sivriceye gitmek kesinlikle ama kesinlikle şarttı artık. Komutanımın mekanında konaklamak, geleneksel balık mamüllerimiz ile beraber harika balık yemekleri yemek, muhabbetin dibine vurup bir güzel kafayı çekmek... Balık yakalamak mı?... Doğru ya, onu da yapmak lazım...

Liman Konukevi & Tunç Balık Restaurant (denizden görünüş)

Kısmet geçen hafta sonunaymış. Sevgili arkadaşım Hasan ile beraber düştük Sivrice yollarına... İzmir'de kış kıyamet. Yağmurla beraber seyahat ediyoruz. Arkada bıraktıklarımız telefon ediyorlar. "Bu havada yola mı çıktınız? Bu havada mı gidiyorsunuz?..." Havada bir şey yok ki... Hava durumuna baktık öğleden sonra yağmur yok. Rüzgar çok az, rahatsız etmez...

Liman Konukevi'nden Midilli Adası

Öğlen saatlerinde oradaydık. Sivrice'yi falanda geçmiştim hani ben. Zaten nedendir bilinmez yolu sanki Karaburun yolu kadar aşina gelmişti bana. Ama Komutanım ile tekrar karşılaşmak, elini sıkmak... Neşe Ablam... Deniz Hanım... Deniz Hanım ile ilk kez tanışacaktık ama daha önce bir kez telefonda görüşmüştük. Yabancılık çekmedik ikimiz de...

Komutanım sımsıcak bir karşılama sonrası tezgahın başında yarım bıraktığı sübye yemeği ile uğraşmaya devam etti...

Sübye Enfesti

Evet... İşte oradaydık. Sanki dün ayrılmış gibi... Hep berabermişiz gibi... Belki de her dönüşümüzde geride bıraktığımız bir yarımızı bulmuştuk. Belki de ondan hiç gitmemişiz gibi geldi...


Liman Konukevi son derece zevkli dekore edilmişti. Taş bir evin odaları düzenlenerek şimdiki haline kavuşmuştu. Liman Konuevi'ne baktığınızda (en azından ben) Ege ve Anadolu'nun sentezini görüyorsunuz. Egeye has sıcaklığı, Anadolu'ya has bilgeliği, İstanbul'un belki de son temsilcilerinin yaşadığı o Beyefendileri ve Hanımefendileri... Liman Konukevinde hepsi bir arada işte...

Liman Konukevi (Burada oturup içilen kahvenin hatırı kırktan fazladır... Değil mi?)

Sohbet derken, balık avı derken, Liman Konukevi'ni tanımak derken akşam geldi çattı. Ancak bizim oraya ulaşmamızdan akşama kadar geçen süre içerisinde ne Neşe Hanım, ne Deniz Hanım ne de Komutanım inanın bir dakika durmadılar. Bir insan nasıl bu kadar koşturabilir? Seyrederken ben yoruluyorum. Yahu, vallahi billahi yoruluyorum...

Akşam yemeği hazırlıkları devam ederken bir yandan Komutanımla sohbet ediyor bir yandan da akşam güneşinin ışıklarının Midilli'yi aydınlatışını izliyorum bir yandan da. Karanlık kavuşunca suyun karşı tarafında da ışıklar yanacak, bizim tarafta Ege türküleri, diğer tarafta tavernalardan Rebetiko nağmeleri denizin ortasında birbirine karışacaklar. Konukevi'nin bahçesindeki iğde ağaçlarına asılı fenerlerimizin ışığında biz de kadehlerimizi kaldırıp "gia sou" diyeceğiz suyun diğer yanına... Biliyoruz ki "yarasın" diye kalkacak kadehler oradan da bize doğru...

Fenerlerimizin ışığı şarkılarımızı iletir suyun karşı tarafına

Akşam yemeği geldi çattı. Ne kadar da açıkmışım, hiç farkında değilim. Akşam yemeğinde hepsi el ile üretilmiş geleneksel balık mamullerimizden mezelerimiz, kızartmamız, dolmamız, baklamız, humusumuz... Komutanımın kendi elleri ile yaptığı orkinos köftesi, sübye, lüfer ve kılıç... Ama en unutulmazı Adabeyi (lipsoz) çorbası.

Sofranın küçük bir bölümü...Ve Adabeyi (Lipsoz) çorbası

Gecenin ilerleyen saatleri... Kendime bir kahve yapıyorum. Şöminenin karşısındaki masada bir aradayız... Deniz Hanım ile konuşuyoruz... Züğürt Ağa ve Kahpe Bizans gibi filmlerin sanat yönetmenliğini yaptığını öğreniyorum. Bunların yanında pek çok dizi filmin de sanat yönetmenliğine imzasını atmış. Artık buradayım diyor. Sivrice onu da esir etmiş kendine. Hoş bundan kimse de şikayetçi değil bu güne kadar.



Yan tarafa sebze diktiklerini gelen misafirlerin domatesi patlıcanı, biberi kendi elleri ile toplamalarını istediklerini, insanların kendi evlerindeymişcesine rahat olmalarını hedeflediklerini anlatıyor. Zaten ailelere hizmet vermek istediklerini, eş dost akraba herkesin bir arada tatil yapmasını hedeflediklerini, zaten Konukevi'nin de bunun için biçilmiş kaftan olduğunu söylüyor.

İşin içinde Deniz Hanım, canım Neşe Ablam olduktan sonra bunların geçekleşmemesi için hiç bir neden de yok. Eh Komutanımda balık yemeklerini üzerine almış durumda... Daha ne olsun? Küçük bir sorun dışında... Deniz Hanım ve Neşe Hanım sebze yemeklerini ve tatlıları muhteşem yapıyorlar. Komutanımın onlarla başa baş güreşebilmek için kendini daha fazla yorması gerekecek sanırım

Gece çekilen nefis bir uyku... Oksijen o kadar yoğun ki, alıştığınızdan çok daha az uyku ile her zamankinden daha dinç kalkıyorsunuz. Ve elbette kurt gibi acıkmış olarak. Sabah kahvaltısı çoktan hazırlanmış. Neşe Ablam ve Deniz Hanım sabahın erken saatlerinden itibaren her şeyi hazır etmişler. Kahvaltı sofrasında domates, salatalık, 4 çeşit reçel (kayısı reçeli sandığım içine badem konulmuş kivi reçeli, ayva reçeli sandığım domates reçeli, portakal kabuğu reçeli ve kızılcık reçeli, siyah ve yeşil zeytin, (zeytinyağı, pul biber ve kekik serpilmiş) ayrıca kekikli ve pul biberli zeytinyağı, biber salçası ve kuru meyveler, badem ve fındık ile dolu bir tabak... Ben hangisini yiyeceğimi şaşırmadım. Hepsini yedim


Kahvaltının sonunda Vedat Abi'den bir telefon geliyor. Balığa çıkaracak tekrar bizi. Ne güzel bir şey... Karşılıksız, hiç bir menfaat gütmeden (getirdiğimiz benzini bile almak istemiyor), sadece ve sadece bizi dost, arkadaş bildiği için... "Ben çıkmayacağım" diyorum Hasan'a. "Sen çık." O da tereddütsüz bu fırsatı kaçırmıyor. O limana giderken biz de Komutanım ile yukarıdaki evine çıkıyoruz. Allah'tan yolda bir traktöre denk geliyoruz da yokuş yukarı yürüme zahmetinden kurtarıyoruz kendimizi. Zira hava düne göre çok çok daha sıcak... Traktör bizi uygun bir yerde bıraktıktan sonra bozuk sayılabilecek bir yoldan yürümeye başlıyoruz. Sağım solum tilkicen dolu. Üstüne üstlük bir de sarmaşık örünce dayanamıyorum ve başlıyorum toplamaya. Egeli'yiz ya, Egelilik var ya serde... Durur muyuz?

Komutanım evine ulaşıyoruz. Sivrice koyuna hakim bir noktada. Kuş sesleri, arıların vızıltıları... Bir de aşağılardan beş dakikada öten bir horozun sesi... Başka sesler duymaya çalışıyorum ama nafile. Böyle bir yer insanın ömrüne ömür katar be!..

Sokakağzı

Her güzel şey gibi hiç istemese de insanın ayrılıp gitmesi gerektiği anlar ne yazık ki illa oluyor. İşte o an gelip çattığında geldiğinde yabancılık çekmemek için bir yarını bırakıp gidiyorsun. Geldiğinde orada olacağını biliyorsun. Yine de o güzel insanlardan ve bu bakir doğadan ayrılmak hep zor gelmiştir bana. Gittiğimde hiç yabancılık çekmeyeceğim bildiğim halde...

Sizden ayrı kaldığım süre içerisinde, Karaburun'un mavi sularında, gecenin sessizliğinde Midilliye gönderdiğimiz türkülerimizden izler arayacağım. Midilli'nin ışıklarına bakarken Sivrice'nin ışıklarını soracağım. Sİvrice'nin ışıkları yerine onlara bakacağım. Buna çok sevineceklerine eminim...

En kısa sürede görüşmek dileği ile Komutanım...